5 Eylül 2011 Pazartesi

The Beaver (2011)

Güçlü oyuncu kadrosu ile göze çarpan filmin ilgi çekici konusu da seyretmek için önemli bir neden görünüyor. ABD yapımı 91 dakikalık filmin yönetmen koltuğunda aynı zamanda baş rol oyuncularından Jodie Foster oturmaktadır. Senaryosunu Kyle Killen’ın yazdığı filmin oyuncu kadrosunda ise Mel Gibson, Jodie Foster, Anton Yelchin ve Jennifer Lawrence yer alıyor. Ailesi tarafından terk edildikten sonra depresyona giren ve bir türlü bu durumdan kurtulamayan Walter Black, bir kunduz el kuklası sayesinde yeniden insanlarla konuşmaya, ailesine yaklaşmaya ve işinde başarıya koşmaya başlar.

Metropol hayatının kaçınılmaz bunalımına yakalanmış ve paçayı kurtaramayan evin babası mutsuzluğun dibine çakılıyor. Evli, iş sahibi ve sağlıklı çocukları olmasına rağmen hayatın monotonluğu onu depresyona sürüklüyor. Kaçışı denese de başarılı olamıyor. Kurtuluşu ise pek akla yatmayan bir kuklada buluyor! Aslında hikayenin mantığı oldukça güzel ele alınıyor. Kukla bahanesiyle olmak istediği ama olamadığı kişinin ruhuna bürünüyor. Diğer yandan, kurgu çok başarılı olarak oturtulamamış. Yönetmenin de kurguya çok yardımcı olamadığı aşikar. Müzik yetersiz olduğu için bazı dram dolu sahneler müzik ile beslenemiyor ve duygu yerine oturmuyor. İkinci yarıda ise baba karakterinin psikolojik sorunu çok daha derin şekilde işleniyor. Karaktere kendinizi daha yakın hissediyorsunuz. Bu da gözlerinizin dolmasına yetmese de yürekte hafif bir sızı bırakıyor. Herkes zaman zaman sahip olduğu şeylerden kaçmak ve bir şeylerin arkasına sığınmak ister. Baba da kuklaya sığınıyor. Her ne kadar çılgınlık ya da delilik gibi görünse de aslında bu durum insanın kendisini içkiye, kumara ya da bunlar gibi bir bağımlılığa vermekten çok farklı görünmüyor. Bunları düşünmek ve irdelemek de filme olan konsantreyi daha sağlam tutuyor. İkinci yarıda detaylara verilen özen ne yazık ki dekor, kostüm ve makyaj için geçerli değil. Senaryo dışında başka konulara önem verilmemesi seyir zevkini bozuyor. Karakterler tek tek değil de genel olarak ele alındığı için de filmle aranızda kıvılcımlar pek çakamıyor.
1990 doğumlu Jennifer Lawrence "Winter’s Bone" ile en iyi kadın oyuncu Oscar ve Altın Küre adayı olarak sinema dünyasına hızlı ve başarılı bir giriş yaptı. 2006 yılından beri ağırlıklı televizyon projelerinde yer alan oyuncu, bu filmde de parlak görünen fakat dram dolu bir hayat ile karşımıza çıkıyor. 1989 doğumlu Anton Yelchin, “15 Minutes”, “Along Came a Spider”, “House of D”, “Alpha Dog”, “Star Trek” filmlerinde rol aldı. Jennifer Lawrence’a oranla daha çok projede yer almasına rağmen, yavaş fakat emin adımlarla ilerlediği şüphesiz. Filmdeki bence en başarılı karakteri de kendisi canlandırıyor. Jodie Foster’ın yapaylığı yanında oldukça gerçekçi rol kesiyor. 1962 doğumlu Jodie Foster, orta yaşına rağmen estetikle bu kadar içli dışlı olması oyunculuğunda olumsuz etki yaratıyor. Özellikle yüzündeki değişiklik (nedense Meg Ryan’ı hatırlattı bu surat değişimi) filme olan konsantrasyonunuzu bozuyor. Jodie Foster’ın yer aldığı sahnelere (hayran olduğum oyunculuğuna rağmen) bir türlü ısınamadım. 1966 yılında başladığı oyunculuğunu bir süre televizyonda sürdüren Foster, çıkışını “Taxi Driver” ile yaptı. En iyi yardımcı kadın Oscar adayı olan ve Bafta ödülünü kazanan oyuncu, aynı sene içinde “Bugsy Malone” ile de en iyi yardımcı kadın oyuncu Bafta ödülünü kazandı. Bu çifte talih ile yıldızı bir anda parlayan oyuncu, “Freaky Friday” ile en iyi kadın oyuncu Altın Küre adaylığına sahip olurken, “The Accused” ve “The Silence of The Lambs” ile en iyi kadın oyuncu Oscar ve Altın Küre ödüllerini kazandı. Sanırım parlak bir kariyere sahip olmanın verdiği psikoloji ile (kaybetme korkusu mu yoksa yaşlanma korkusu mu bilemedim) estetiğin kıvamını kaçırdı. Yüzündeki oynamaları keşke daha doğal olarak yapsa diye gönlümden geçmiyor değil.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...